Ben daha on yaşında bile değilim. Klasik şark odası tarzında döşenmiş odanın şöminesinin başında dedemle oturmuş çay içiyorduk. Dedem çayı höpürdeterek içmeyi severdi. Daha bardağı tabaktan alırken sanki içiyormuş gibi nefes almaya başlar, yudumunu alınca da oh çekerdi. Ardından kafasındaki sarı renkli sarığını yana devirir üç numara kesilmiş saçları arasından kafasını kaşırdı. Bu da demek oluyordu ki dedemin bana anlatacakları var.
"Yıllar yılı bu topraklardan kimler geldi kimler geçti Pehlivan, hepsinin ayrı ayrı ve dokunaklı hikayeleri var. Köyümüz küçüktür ama hikayelerimiz büyüktür. Sana onlardan
birinin yaşadıklarını anlatayım."
Tam tahmin ettiğim gibi hikayesine başlıyordu dedem.
"Verep Ali diye anılır gerçek bir adam vardı bizi köyde. Gözünü budaktan esirgemeyen yiğit mi yiğit doğru mu doğru bir adam. Verep Ali orta pınarın üstündeki evlerinde doğmuş. Kara yağız, tıknaz bir oğlan
çocuğuymuş. Gariban olarak büyümüş, yetişmiş. Köylüye azaplık yapmış. Tarlada, bağda çalışmış. Benim de bibim olan köylüsü bir kızla evlenmiş yaşı gelince de askere gitmiş. Verep Ali'nin hikayesi buraya kadar olağan seyrindeki köy çocuklarının hayatıydı. Onu olgunlaştıran ve namının dillerde dolaşmaya başlamasının anahtarı askerde yaşadıklarıymış.
Asker alımları normal şartlarda
gerçekleşmiş yani Verap Ali her Türk erkeği gibi 20 yaşına geldiğinde askere gidiyordu. Köylülerin asker uğurlaması
meşhurdur. Yemekler verilir, davullu-zurnalı eğlenceler düzenlenir. Maniler
söylenir. Kızlar ve erkekler ellerine değişik şekillerde kına yakardı. Eğlencenin sonu genelde hüzünle biter ve sevgililer birbirlerine ağıtlar yakardı. Sebebi de o zamanlar askere gidenin döneceği meçhuldür.
Devlet, Teselya savaşından yeni çıkmış ama eşkıya
ayaklanmalarıyla uğraşmaktadır. İstanbul’da bile bombalar patlamakta padişaha
suikast düzenlemektedir. Enteresan olan da padişahlar her suikasttan kıl payı
kurtulmakta bu da bombayı kimin patlattığı kuşkusunu artırmaktadır. Ama Verep
Ali ‘adını dahi bilmediği devletine’ nefer olmak ve onu korumak için ellerinin kınasıyla köyünden
ayrılır.
Abrul’un ortaları gelmiş havalar ısınmaya başlamıştı. Akşamları da soğuk olmuyordu artık. Verep Ali, ilçe asker toplanma alanına yaşıtlarıyla beraber yürüyerek ulaştığında akşam
olmuştu. Komutanlar yeni gelen askerleri bir köşeye ayırdılar.
Bir karavana çorba ve ekmek dağıttılar. Yatmaları için üzerilerine birer çul
verdiler. "Şimdi yorulmuşsunuzdur. Uyuyun. Sabah yaylı arabalar gelip sizi Sivas’a
yada Kayseri’ye götürecek" dediler.
Toplanma alanındaki kenara ayrılan askerlerin sayısı yüzden fazlaydı ama hiçbirinin ağzını bıçak açmıyordu. Çoğu köyünden yeni çıkmış ilk
kez ilçeye gelmişlerdi. Önceki gün yaşadıkları askere uğurlama törenlerini
düşünüyorlardı. Bazen gözleri ışıldıyor çoğu zaman ağlamaklı hale geliyorlardı.
Komutanları uyuyun demişti ama kimse uyuyamıyordu. Verep Ali de uyuyamıyordu.
Köyünde yeni doğmuş Hasan’ını bırakmıştı. Ne garipti ki devlet hep alıyordu.
Köyde öşür alıyordu şimdide beni aldılar diye düşündü. Askerlikte yitip giden
çok adam duymuştu. "Garibansan yitip gidersin gariban değilsen şehit olursun.
Yitip gitmeyeceğim. Köyüme Hasan’ıma kavuşacağım" diye içinden kendi kendine söz
verdi. Bunun için en kestirme yolu bulmaya çalışıyordu. Köyden beraber
ayrıldığı asker arkadaşı Emmi yanındaydı.
“Emmi sana bir şey soracağım, sen
okumuş adamsın bilirsin, ben köyüm nasıl dönerim askerlikten”
“Ne oldu Verep, askerlikten mi
kaçacaksın?”
“Haşa tövbe, askerden kaçılır mı?
Köylü ne der sonra? Anamın yüzüne nasıl bakarım. Ben Hasan’ımın büyümesini
görmek istiyorum. Duyuyorum ki harp çıkacakmış, biz de askere gidiyoruz,
kendimizi öldürmeden nasıl döneriz. Onu soruyorum. Askerden kaçılır mı emmi
senin de ettiğin söze bak!”
“Ben takılıyorum sana, yarenlik
ediyorum. Yoksa askerden kaçmayacağını ben de biliyorum. Senin gibi dinini, memleketini, milletini seven az bulunur. Yalnız askerlikten sağ salim nasıl
dönülür bilmiyorum ama her halde komutanların sözünü dinlersek sağ salim döneriz. Ölürsek de şehit olur kafanı bunlarla yorma, uyu.”
Yanlarına uzanmış yatan başka
köyden olduğunu düşündükleri üniformalı genç bir asker konuşmalara kulak
kabartmış dinliyordu. Emminin konuşmalarını gülümseyerek onayladı “emmi emin ol doğru söyledin, komutanların sözünü dinleyeceksiniz” dedi.
Üniformaları askere döndüler.
Gördükleri şey kısa cılız bir adamın asker elbiseleri içinde bedeni kaybolmuş ama gözleri ve sözleri aydınlık saçıyordu.
Tedirginlikle “sonra” dediler,
“Sonra mı”?
“Evet, sonra” dedi Emmi; “Sen
elbiseyi hemen nerden bulup giyindin de bilmiş bilmiş konuşuyorsun?”
“Alın size ikinci altın kuralı
söylüyorum, askerde fazla meraklı olmayacaksınız”
Verep Ali kızmıştı. Üniformalı askerin
üzerine atlayıp dövmeyi planlıyordu ki avludan içeri koşar adımla bir asker girdi.
“Mustafa çavuş, Mustafa çavuş”
diye seslendi.
Emmi’nin yanındaki çulun altında
yatan, az önce konuştukları, keskin bakışlı, üniformalı asker kafasını
kaldırdı.
“Ne var, ne oldu” dedi?
“Çavuşum Hulusi yüzbaşı acele
sizi emretti” dedi.
Verep Ali, emmiye dönerek ve
suçüstü yakalanmış bir edayla. “Vay anaam çavuşmuş ya, Emmi”dedi.
Mustafa Çavuş ayağa kalktı ve
Emmiyle Verep Ali’ye döndü. “Size son tavsiyem de iyi bir silah edinin ve iyi
nişancı olun. O zaman sağ salim köyünüze Hasan’ınıza dönersiniz belki” dedi.
Avlu kapısından bir gölge gibi kaybolup gitti.
“İşte öyle Verep yanında yatanı
dahi tanımazken köyden kalkıp bilinmez yerlerde yaşayacağız. Çavuş gibi çok iyi
adamlar da karşımıza çıkacak tam aksileri de kötülerin en kötüsü yani
şeytana pabucunu ters giydiren adamlar da çıkacak.”
“Doğru dedin Emmi boya posa bakıp
da insanları yargılamak doğru değilmiş.”
“Hadi uyuyalım sabah olsun hayır olsun.”
Ertesi gün yaylılar avluya
çekildi. Teker teker herkesin ismi okundu. Sevk yerleri belli olan düşünce
yüklü genç askerler arabalara bindirildi. Verep Ali ve Emmi Kayseri’ye oradan
da eğitim almak için İskenderun’a doğru götürülecekti.
Kasabanın yaşlı başçavuşu Çolak Abdurrahman askerlere
duygulu bir konuşma yaptı. Güngörmüş bir adamdı. 93 harbine katılmış sol
kolundan yaralanmıştı, gaziydi. Çolak Abdurrahman'ın duruşu askere bin yıllık güven ve bin yıllık huzur veriyordu.
Çolak Abdurrahman at
arabasındaki askerlere dönerek: “Yavrularım siz öyle önemli bir göreve
gidiyorsunuz ki bunu bilseydiniz aklınızda ruhunuzda bedeninizde en ufak bir
kirli düşünce olmazdı. Üzülmez, düşünmez pervanelerin ateşe kanat çırptıkları
gibi giderdiniz birliklerinize. Yavrularım ölürseniz şehit kalırsanız gazi olacaksınız bu
ikisinden daha üstün bir paye yoktur dünyada. Allah yardımcınız olsun yolunuz
açık olsun” dedi.
Sürücüler meşin kırbaçları
şaklattılar, atlar rahvan yürümeye başladı. Arabalar sallana sallana Askerlik
şubesinin nizamiye kapısından çıktılar.
Verep Ali köyünde terhis olmuş
askerlerden dinlediği kadarıyla askere yeni silahlar dağıtılacakmış. O
silahları iyi öğrenen, seçkin askerler arasına girermiş. Kumandanların
emrinden çıkmamak gerekiyormuş bir de bağırarak konuşmak... Bu düşüncelerle güneş gelmesin diye üstü çadırla kapatılmış at arabasının içinde sallana sallana hem etrafı izliyordu. Eski kervan yolunda güneye batıya doğru yol alıyorlardı. Yolda nadir gördüğü kervancıların yorgun bitkin halleri
İskenderun'daki eğitim birliklerine ulaştıklarında
ırgatlık zamanı gelmişti. Tarlalar sararmış yüksek yerlerdeki ekinler biçilmeye başlamıştı.